SEZAİ KARAKOÇ  İLE AYNÎLEŞEN “DİRİLİŞ” DÜŞÜNCESİNE DÂİR

Standart

16 Kasım 2021 günü ; kendi ifadesiyle, “dünya sürgününü” tamamlayarak, 88 yılın sonunda âhirete intikal eden, edebiyat, kültür, sanat   ve düşünce dünyamızın önemli şahsiyetlerinden biri olan Sezai Karakoç’un kavramlaştırarak âdetâ kendisiyle aynîleştirdiği ‘diriliş’ düşüncesi,  temeli ‘İslâm ve insanlık’ olan olan özgün bir düşüncedir.

Karakoç’un  düşünce dünyasını  hem okur, hem de şair ve  yazar olarak etkileyecek, o devrin ve sonrasının  tartışmasız  en önemli ismi Necip Fâzıl Kıskakürek olacaktır. O’ nunla tanışmasını  ‘Diriliş Dergisi’ nde anlatırken:   Üstâdı ile, kendisinin  ilk defa 17  yaşında, Necip Fâzıl’ ın ise 46 yaşında iken,  1950  yılında  bir yaz mevsiminde karşı karşıya geldiğinden söz eder.

1954 yılı,  Karakoç’ un ,  Siyasal Bilgiler ‘ (Mülkiye) nden mezun olacağı yıldır. Büyük Doğu dergisi de uzun süredir kapalı iken,  yeniden yayım hayatına başlayacaktır. O safhada, Karakoç, Üstâdı NecipFâzıl’ ın dâveti  ile derginin yazar kadrosu içinde yer alacaktır.

Bu meyanda Karakoç Üstâd’ ın hikâyesi ve kahramanları herkesçe mâlum, MONNA ROSA şiirinden bahsetmemek,  herhalde onun  hâtırâsına bigâne kalmak demektir.  Üstâdı Necip Fâzıl’ ın “ Kaldırımlar” şiirindeki duygu ve dşüncelerinin Karakoç’taki yansımaları ve  izdüşümünün “ Monna Rosa” olduğunudan söz etmek her halde pek yanlış olmaz.

“ Sezai Karakoç “ Monna Rosa” nın “ modern bir Leylâ ile Mecnun denemesi” [1] olduğundan bahseder

Üstâd, ‘ modernizm’ in  dünyâyı hükümranlığı altına aldığı birkaç asır içinde,Türkiye coğrafyasında, modernizme kafa tutmuş sayıları gayetle az olan fikir ve sanat adamları içindeki ‘akıncı’ zümrenin cesur atlılarından birisidir.

‘Diriliş’ düşüncesinin millet olarak hayata geçirilip, yaşanmasında birinci şart olarak, ülkedeki Avrupa hayranlığına mutlak anlamda bir son verilmesi gerektiğini  devamlı olarak ve ısrarla savunur. Hiçbir konuda Batı’nın müptelâ ve  bağımlısı olmamak icâp ettiğini kesin bir dil ile anlatır.

Üstâd,  Batı medeniyet ve ideolojilerinin kopya  edilerek  sosyolojik bünyemize aktarılmasının, millet olarak hiçbir yaramıza  merhem ve kurtuluşumuz  olamayacağını,  usanmadan her seferinde, altını çizerek ifade eder.

Üstâd’ a göre :

“Taklit, kendi zamanını yitirmek, başkasının zamanından yararlanabileceğini sanmak yanılgısıdır. Taklit, ansızın olmak ve çok kısa sürmek şartıyla kaçınılmaz olabilir. Ama süreli olarak bir toplumu yaşatan ilke olması mümkün değildir. Toplumu ayakta tutacak olan, kristalleşmiş tecrübe ve yoğunlaşmış, adeta hikmet hazinesi haline gelmiş bilgi birikiminin özgün bir repertuar olmak zorunluluğu vardır. Başkasının hayat tecrübesinden yararlanmak mümkündür, fakat taklit, hayatı yürütmeye yeterli bir güç sağlamaz insana.  Hayat, son derece zor şartlarla doğrudan doğruya karşılaşmak ve adeta onlarla boğaz boğaza gelmek suretiyle yürütülebilecek bir reel programdır. Hayatın taklidi hayat olamaz. Hayatın taklidi yeni hayatlara değil, daha çok ölüme götüren delik deşik bir yoldur.” [2]

Çok ilginçtir; Karakoç daha 1960’ larda, Türk  gençliğinin “ sosyolojik hıristiyan” durumuna getirilmesinden, “ psikolojik hıristiyan” olma telikesinden bahsetmektedir. [3]

‘Diriliş’ ten bahsederken, her seferinde;  bu hususta verdiği referansların başında, tabii ki Kur’ an-ı Kerim  gelecektir. Akabinde,  İmâm-ı Rabbâni, Muhyiddin İbn Arabî, İmamı Gazâlî, Hz.Mevlâna , Yunus Emre, Dante, Ebu  Alâ  El Mearrî  gibi önemli şahsiyetlerden  yaptığı atıflar ve alıntılara da sık sık tesadüf edilir.

 Bilindiği gibi, kendisi yazı hayatına ilk adımını şiirle atar. O dönemde, yani, 1955 ilâ 1965 arasında, edebiyat dünyamızda önemli bir yeri olan “ İkinci Yeni” hareketinde yer alır.

Üstâd’ ın‘İkinci Yeni’  akımı ile anılması Pazar Postası  isimli gazetede yayımladığı yazı ve şiirleri arasıdaki “Balkon” şiiri ile başlar..

Karakoç, o dönemi değerlendirirken; ‘İkinci Yeni’ yle ilgisinin  , bu şiir akımıyla arasındaki mesafesinin, tematik açıdan ziyâde, sadece aynı dönemde şiir yazması ve belki biçim bakımından bazı ortak yanlarının bulunmasından ibaret oduğunu altını çizerek vurgular.

Karakoç, diğer “ İkinci Yeni” ciler gibi, şiirimizde gerek, ses, kelime, biçim ve gerekse mânâ olarak, gelenekten sıyrılır.

Ancak O; inancı ve dünya görüşü itibariyle, diğer “İkinci Yeni” ci şairlerinden,  kesin çizgilerle ayrılır.

Daha sonraki yıllarda, şiirinin yanında, fikrî ve felsefi yazılar da yazmaya başlar. Özellikle,  genelde İslâm Medeniyeti, özelde ülkemizdeki sosyolojik, siyâsî, sanat vd. konular hakkında da kafa yorup, kalem oynatacaktır.

Sezai Karakoç’ un şiir ve  diğer yazı çalışmalarınındaki konularının ana ekseni, muhakkak ki “Diriliş” kavramıdır.  O’ na göre ‘Diriliş’, özü arama, öze ulaşma, yeniden doğmaktır. Yahya Kemal’ in : “ Kökü mâzide olan âtiyiz “ düşüncesi, Karakoç’ ta “ geçmişten kopmayarak, geleceğe de fazla itibâr etmeyeerek, her  ikisi arasında ölçülü kalarak,  hayat bulmak”   tarzında bir anlam kazanacaktı.

Üstâd, Hızırla Kırk Saat isimli kitabındaki bir şiirinde,‘Diriliş’i şöyle resmeder :

Evrim günlük sularla

Devrim irinle kanla

Bizse dirilişi gözlüyoruz

Bengisi bengisu kayna ve çağla…

Karakoç’ un ‘Diriliş’ düşüncesinde İslâm toplumu, hayatın her safhasında içinde bulunduğu olumsuzluklardan ancak yeniden dirilerek kurtulup,  büyüyebileceği tezi işlenir.

Karakoç  bizzat kendi diliyle ‘Diriliş’ i, şu cümlelerle  açıklar: “Metafizik temelin, tazelenişinden başlayarak, tarihi perspektifi yenileme, hakikat doğrultusuna getirme erdeminin insanda mayalanmaya başlayan özdeğişimidir Diriliş…”[4] 

Kendisine  âhiret ayatında Allah’ tan rahmet ve mağfiret , Milletimize de  baş sağlığı diliyoruz.

D   İ   P       N   O   T   L   A   R                                                                                                                                                         

1  Karataş, Turan, Doğu’nun Yedinci Oğlu Sezai Karakoç, İstanbul, Kaknüs Yayınları, Eylül 2000,s.214

2  Karakoç, Sezai, “ Toplum V”, Diriliş Dergisi, s23, 26Aralı 1988, s.5

3 Uçan, Hilmi, “Sezai Karakoç’un Günlük Yazılarında İnsana,Türkiye’ ye,Orta Doğu’ ya, Batı’ ya ve Dünyayay Bakış Açısı, HECE Dergisi,Sayı:73,Ocak 2003, s.72

4  KARAKOÇ, Sezai, İnsanlığın Dirilişi, Diriliş Yayınları, İstanbul, 2005, s. 137.

Salih Zeki Çavdaroğlu26  Kasım 202


[1] Karataş, Turan, Doğu’nun Yednci Oğlu Sezai Karakoç, İstanbul, Kaknüs Yayınları, Eylül 2000,s.214

[2]  Karakoç, Sezai, “ Toplum V”, Diriliş Dergisi, s.23, 26Aralık 1988, s.5

[3] Uçan, Hilmi, “Sezai Karakoç’un Günlük Yazılarında İnsana, Türkiye’ ye, Orta Doğu’ ya, Batı’ ya ve Dünyaya Bakış Açısı, HECE Dergisi,Sayı:73,Ocak 2003, s.72

[4]  KARAKOÇ, Sezai, İnsanlığın Dirilişi, Diriliş Yayınları, İstanbul, 2005, s. 137.

III. SELİM DEVRİ’ NDE TÜRK MÛSİKÎSİ

Standart

            Lâle Devri ile başlayıp sosyal ve mimârî hayatta  modernleşmeye doğru atılan adımlar, hızlı bir  şekilde devam etmektedir.  Bu meyanda İmparatorluk günden güne gücünü ve hayatiyetini kaybetmektedir. III. Selim tahta çıktığında takvimler 7 Nisan 1789’ u göstermektedir. Fransa çalkalanmaktadır; bir kaç ay sonra dünyanın seyrini değiştirecek  “büyük ihtilâl”  yaşanacaktır.

            Yeni Padişah, şehzâdeliğinde Batılı öğretmenlerden siyaset  ve sanat dersleri almıştır. Fransa ve İtalya’daki toplumsal hareketleri yakından takib etmektedir. Bu birkimleri sonucunda;

“…1791’ de  III. Selim,  Ebu Bekir Ratip Efendi’ yi Viyana’ ya yolladı. Ratip Efendi  oradan münevver despotizm icraatını  anlatan mufassal bir lâyiha yollayarak ıslahat tavsiyelerinde bulundu. Müteakip yıllarda Padişah Londra, Paris ve Berlin’de ilk defa olarak devamlı elçilikler ihdas etti. Bunları ondokuzuncu asırda İran’ a yolladığı elçiler takip etti…”  1

III. Selim  buralardan aldıkları bilgiler ışığında,  pek sistematik olmayan askerî ve idarî reformlara yeltenir. Nizâm-ı Cedîd adı ile yeni bir piyade  sınıfı oluşturur. Yunanistan’ da ayaklananmalar, Arabistan, Balkanlar ve Kafkasya’da ayrılıkçı hareketler başlamıştır. Ancak, bu reformist kararlarına karşı Yeniçeri ve Âyan’ ın direnişi sonucunda, pek başarılı olamaz ve bunu hayatıyla öder.

            Oysa  III. Selim  Devlet’ in yeniden yapılandırılması çalışmalarında oldukça iyi niyetliydi, ancak ;

“…Tarihimizin en büyük ihaneti, III.Selim’ in devleti ayağa kaldırmak için giriştiği hamlelere, kendi çıkarları için direnen ve uzunca bir süre devlet dizginlerini ele geçiren çetelerin ihaneti idi. Şayet, o çok değerli tarih kesitini kurumlarımızı yenileyerek geçirse idik, belki 19. yüzyılın trajik çöküşü yerine, Rus İmparatorluğu gibi kontrollü bir güç sahibi olacaktık…”  2

Yaşanan hadiselere baktığımızda sırf  III. Selim dönemi değil,  genelde bütün yenişleşme hareketlerinde, yönetimdeki güç odaklarının talepleri dışına çıkılması hâlinde, reformasyonu yürüten lideri bile ortadan çekinmeden kaldırılabileceğini göstermektedir.

“…III.Selim’ in modern anlamda reformcu olmadığı,fakat daha çok 18.yüzyılda selefleri tarafından yapılan türden reformların devam  ettiricisi olduğu,diğer bir deyişle Osmanlı sisteminin geri kalan kısmında her şeyin olduğu gibi korunması için askerî güçleri modernleştirmek yolunu benimsediği,Osmanlı sisteminin diğer kısımlarında reform yapmak için,çok sınırlı girişimlerde bulunması tarafından isbatlanır…”  3

GELENEKSEL MUSIKÎNİN FİNAL YILLARI

III. Selim’ in sanatkârlığının, özellikle musikîşinaslığı, onun  Devlet adamlığını oldukça gölgede bırakır. Şehzadeliğinde Kırımlı Ahmed Kâmil Efendi’ den meşk, meşhur Tanburî İshak’ dan da tanbur dersleri almıştır. Hatta padişahlığında ; “… ‘Küme Faslı’na geç kalan Tanburî İzak’ ı Harem Ağaları içeri almaz ve bir an incitirler. Olaya şahit olan Padişah, Harem Ağalarını şiddetli bir şekilde azarlar ve ‘Sizin gibi binlercesini bulurum, ama İzak gibi bir üstâdı kolay bulamam’ diyerek, sanatçıya verdiği önemi de bir ölçüde göstermiş olur…”  4

O kadar ki Sûz-i Dilârâ, Evcârâ ve Şevkefzâ başta olmak üzere bulduğu bir çok makam ve bestelediği dinî ve dindışı eserlerle, klâsik ile romantik dönem arasında” III.Selim ekolü” olarak yeni bir devir açar.

“…Osmanlı Hânedânı’ nen en ünlü bestekârı, şair, neyzen ve tanbûrî  III. Selim’ in sanat çevresi,  Osmanlı Mûsıkîsi’ nde son ihtişâmın yaşandığı, bir yenilik sahnesi oldu. Bu sahnede, yönetmen Padişah’ tan başka,TANBÛRÎ EMİN, NUMAN ve ZEKİ MEHMED AĞA’lar, NÂSIR  ABDÜLBÂKÎ  DEDE , HAMPARTSUM, KÜÇÜK MEHMED AĞA, ŞEHLÂ HÂFIZ ve KEMÂNÎ ALİ AĞA, GENÇ DEDE  ve ŞÂKİR AĞA ile DELLÂLZÂDE,   ise oyun dışında kalmayı tercih eden klâsikcilerdi. II.Mahmud’ dan, Halife Abdülmecid’ e kadar geçen 114 yıllık süre, sadece, Osmanlı Musıkîsi’ nin son büyük bestekârlarının değil, aynı zamanda, geleceğin Türk Musıkîsi’ ni hazırlayan büyük musıkîcilerin de yetiştiği bir tarih dilimidir….”5

Bu ekol bir yerde klâsik dönemden neo -klâsik döneme geçişte köprü görevini yapmıştır. Bir önceki yüzyılda elit ve halk mûsikîlerinin birbirleriyle olan  yakınlığı,  tekrar bir ayrışma safhasına girmiştir.

III. Selim,  Osmanlı’ nın Avrupa’ daki elçilerinden  her konuda olduğu gibi müzik konusunda da bilgilendirici raporlar ister. 1797’ de  Topkapı Sarayı’ nda opera temsilleri  verilmektedir. Tanbur, kudüm ve ney’ in yanına keman gibi yaylı sazlar ve klârnetin de bu yıllarda  girdiği sanılmaktadır.

Nizâm-ı Cedîd’ in kuruluşuyla birlikte Fransız subayların öncülüğünde, batılı anlamda bir boru-trampet takımı kurulmuştur. Böylece Muzıka-i Hümâyun’ a giden yolda son adımların atıldığını görüyoruz.

“…Yenilikçi Padişah III.Selim’ in Batı müziğine de önem verdiğini söyleyebiliriz.1793 yılında Sâdâbad dönüşü Topkapı Sarayı’ nda bulunan Şevkıyye Köşk’ünde ‘Frenk Rakkas’larını,1797’ de ise ‘Opera Heyeti’ne temsiller verdirerek” izleyecektir.  6

S.Zeki  ÇAVDAROĞLU

Temmuz-2008

DİP    N O T L A R

 1   Cemil MERİÇ,  ”Kırk Ambar”, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1980, s.281

2    Mümtazer TÜRKÖNE, ”Ya Devlet Başa; Ya Kuzgun Leşe”, Zaman Gazetesi, 1 Temmuz 2007

3   Alâaddin YALÇINKAYA, ”Islahat, Değişim ve Diplomasi Dönemi (1703-1789” Türkler, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, C.12, s.6l6

4   Yalçın ÇETİNKAYA, ”Müzik Yazıları”, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1999, s.132

5  Cînûçen TANRIKORUR, ”Osmanlı Musıkîsi”, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, Zaman Gazetesi Yay., İstanbul,1999, c.2, s.511

6   Yalçın ÇETİNKAYA, a.g.e. , s.133

CUMHURİYET’ in RADİKAL  “İNKILÂPLARI” SÜRECİNDE  TÂRİHÎ MÛSİKÎMİZ DE PAYINI ALMIŞTI

Standart

Cumhuriyet’ in yeni bir toplum inşa etmek için geliştirdiği bir dizi “inkılâp projesi” içinde hiçbir şekilde  hedefine  ulaşamamış, Mbaşarısız kalmış birkaç proje varsa bunlardan biri de müziktir. 1920’ li yılların ortalarından 1950’li yılların başına kadar olan radikal uygulamalar, baskılar ve yasaklara rağmen Türk toplumu kendisine müzikte dayatılan  çok sesli müzik sistemine dayalı model olan “ulusal musıkî” yi  hiçbir şekilde kabullenmeyecektir. Hatta resmî ideolojinin buyurgan isteklerine rağmen, kendi öz müziğini  dejenere etme bahasına  da  olsa boyun eğmeyecek ; dayatılan çok sesli müzik o günden bu yana “ulus devlet elitleri” ne sadece  zümresel prestij  avuntusundan başka bir  şey vermeyecektir.

 Ulus devlet kurulurken, Devlet’ in ekseninin de,  seküler ve lâik  dünya görüşünden  yola çıkılarak yapılaştırılmasına karar verilmişti. Böyle bir sistemin meydana getirilmesi için de,  yerleşik değerler ve kurumların bir çoğundan vazgeçmek  gerekecekti. Ancak, şu da bir gerçekti ki, ümmet   temelli toplumu, ulus temelli bir topluma dönüştürmek her halde pek kolay bir şey olmayacaktı.

“…Başarıya ulaşabilmek için Osmanlı, hatta İslâm öncesi Türk ve Anadolu tarihleri ön plâna çıkarıldı. Osmanlıca büyük ölçüde tasfiye edilmeye çalışıldı. Kemalizm, Türk insanının kendilerini tanımlayış biçimini değiştirmek amacıyla yeni bir alternatif kimlik sunmak istedi…”  (1)

Değerler A’ dan Z’ ye değişecek, kutsallar  atılacak; yerine yeni kutsallar konacaktı. Bunun için de özellikle din ve kültür ana eksen alınarak, bu eksen etrafında şekillenmiş ne kadar kurum ve kavram varsa hepsi, bir bir yürürlükten kaldırılacaktı. Yani;                                                                 “…Osmanlı’ ya ait ne var, ne yoksa silip süpürmeye kararlı yeni yönetim, her halde bu konuda dünya üzerindeki en kararlı ve en telaşlı yönetimdi.Toplumu tepeden tırnağa değiştirmek için  alfabesine, kılık kıyafetine, dinî müesseselerine, yüzyılların birikimi olan temel değerlerine müdahale ederek, bunları bir gecede değiştirmeye zorlayan yeni anlayış aslında Rusya’ da devrim yaparak, Çar ve ailesini öldüren Bolşevikler’ den daha radikaldi…” (2)

Osmanlı Alfabesi yerine Lâtin Alfabesi;  Osmanlıca yerine “Arı Türkçe” yi tercih eden rejim, Osmanlı sanatının en kadim ve popüler  dalı olan mûsikîsine de  elbette izin vermeyecekti. O zamana kadar bestelenmiş 20.000’ den fazla esere sahip repertuarıyla, Osmanlı’ nın adeta melodik tarih ve geleneği olan mûsikî de unutturulmalı ve tarihin karanlıklarına gömülmeliydi.

“…Hititler in, Sümerler’ in sahneye çıkarılışı, sırf Osmanlı’ yı unutturmak içindi…” (3)

Gerçi daha önceki yıllarda; hatta yüzyıllarda, aşağı yukarı 18.yüzyılın başından beri yani “Lâle Devri”, ”Tanzimat”, ”Meşrutiyet” gibi dönem isimleri veya “III. Selim”, ”II.Mahmud”gibi padişah isimleri ile de tanımlanan devirlerde de başlatılan “yenileşme”hareketlerinde de bir takım “kıyım”harekâtları olmuşsa da ;                                                                                           “…Cumhuriyet,Tanzimat’ a kıyasla, radikal bir devrimciliği sergilemekte, Cumhuriyet,Tanzimat’ ın ikircikli yapısına son vermeyi amaçlamış ve bunda da başarılı olmuştur. Bu amaçla Cumhuriyet, geçmişle ve gelenekle köprülerin atılması anlamına gelmektedir…”  (4)

Bu zihniyetle yapılan inkilâplar içinde hemen hemen çoğu istenilen amaca aşağı yukarı yakın bir şekilde ulaşmıştır. Ancak başta “Türkçe Kur’an”,”Türkçe Ezan” ve “Türkçe ibadet”le birlikte “Polifonik müzik”projeleri Türk insanının ezici çoğunluğunca  kesin olarak reddedilmiştir. Ülkenin yönetimi  serbest iradesiyle seçtiği insanların eline geçtiğinde, tek parti döneminde yapılmış değişiklikler  zaman geçirmeden, hemen aslî haline dönüştürülmüştür.

1950 senesinde, CHP’ nin demir yumruklu yönetiminin  sona ermesiyle; takriben 15 senelik kesintisiz bir süreklilikte , Türkçe okunmasına rağmen, ezan’ da ve ibadette  herhangi bir geçiş süreci yaşanmadan yeniden Arapça  aslına dönülmesinde herhangi bir zorluk yaşanmamıştır. Bu da zorlamalarla ve yapay bir şekilde oluşturulan inkılâpların, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, başarı şansı olmadığını, şartların elverdiği takdirde hiç yaşanmamışcasına  terk edileceğini ortaya çıkaracaktır.

Özellikle Atatürk’ ün ölümünden sonra, İnönü’ nün “Millî Şef”lik döneminde Cumhuriyet’ in kuruluşu ile birlikte yapılan doğru ve yanlışlar  bir bütün olarak “Kemalizm”adı altında tabulaştırılacaktır. O zamana kadar yapılan bütün uygulamalar,  tartışmaya,  hatta eleştiriye kapalı tutularak Cumhuriyet’ in kutsalları haline getirilecektir. Öyle ki; bu uygulamalardan dönülmesi  Atatürk devrimlerine yapılan ihanet olarak adlandırılacak, neredeyse cezâ kanununda yeri olmayan bir suç unsuru haline getirilecekti. Oysa, daha  Atatürk sağlığında,  müzikte  inkılâp olamayacağını anladığını itiraf etmesine  rağmen , Batıcı elitlerimizin  hâlâ Türk milletinin geleneksel mûsıkisine dönme çabalarını,  Cumhuriyet devrimlerine ihanet olarak görmelerini anlamak mümkün değildir.

Buna rağmen, özellikle 27 Mayıs 1960 darbesi ile başlayan askerî müdahaleler ile,  bu müdahalelelerin ara dönemlerinde Türkçe ibadet ve çok sesli müzik  istekleri, tekrar tekrar servis edilecektedir. Ne gariptir ki;  bu isteklerde  bulunan kişiler, Türkçe ibadet etmek istediklerinde veya çok sesli müzik dinleyecekleri zaman, hiç kimse onlara engel de olmamaktadır. Bu durumda ortaya çıkan durum, toplumdan buna dair herhangi bir talep olmamasına, hatta böyle düzenlemelere Türk toplumunun  açıkça karşı çıkmasına rağmen , bir takım çevrelerin, 1930’ ların şablonlarına göre gelenek ve maziden kopuk bir Türk toplumu özlemlerinin olanca şiddeti ile devam ettiğidir. Hatta bir takım akl-ı evveller,  Geleneksel Mûsikî’ nin tek sesli olduğundan antidemokratik, çok sesli müziğin ise demokratik olmasından dem vuracak kadar saçmalamaya başlayacaklardı. Bu söylemleri de,  ne bireysel ve toplumsal psikolojiyi, ne  müziği, ne de demokrasiyi tanımadıklarının bir  ikrârı değilmiydi?

Çok  sesli müzik konusunda fikir ortaya koyan müzisyenler ve fikir adamları,  hâlâ Cumhuriyet’ in bir müzik devrimini gerçekleştirdiğinden ,  müzikte tekrar tek sesliliğe dönüşün olamayacağından ciddî ciddî  söz edecek idiler. Meselâ bir profesör :

“…Türk Müzik inkılâbıyla müzik kültürümüzde eski  bir çağ kapandı,yeni bir çağ açıldı…”  (5)

Sözlerinin yaşadığımız gerçeklerle uzaktan yakından bir ilgisi varmıdır? Böyle bir inkılâp düşünülmüş ve uygulanmıştır. Bunları kimse inkâr edemez. Ancak gerçekleştirildiğinden bahsederseniz size gülerler; veya  size  “Bunların yaşandığı ve bizim bilmediğimiz bir Türkiyemi var?” diye sorarlar.

Yine aynı yazarın bununla da kalmadığı , hiçbir şekilde hedefine ulaşmayan bir devrimi ;

“…bu güne kadar gerçekleşen aşamalarıyla Cumhuriyet döneminin en zor, fakat aynı zamanda en önemli ve başarılı inkılâplarından biri olarak nitelendirilebilir… Dünya müzik tarihinin kaydettiği, ya da kaydetmekte olduğu en çok yönlü, en çok boyutlu, en geniş kapsamlı ve en karmaşık müzik inkılâplarının başında gelmektedir…”  (6)  şeklinde mübalağanın da ötesinde ütopik bir dille anlatması gerçekleri değiştirmediği gibi, bu tasarımın ne kadar gerçekleşmesi imkânsız bir hayal olduğunu da doğrular.

Yukarıdaki satırların yazarı kitabının bir başka yerinde ayakları yere basmakta, seksen küsur senedir harcanan çabanın bir sonuca ulaşmadığını zımnen ifade etmekteyse de,  her  şeye rağmen kendisi gibi düşünenlere  şu züğürt tesellisini vermektedir :

“…inkılâbın tüm amaçlarına ulaşması 2000’ li yılların ilk yüzyılında; yani 21. yüzyılda gerçekleşecek gibi görünmektedir…” (7)

Bu cümle zaten çok sesli müziğin Türkiye’ deki durumunun ne kadar zor ve “ümitsiz vak’a” olduğunu da ortaya koymaktadır. Her halde 2200’lü, 2300’lü vd. yüzyıllarda başka Ali Uçan’ lar, aynı ütopyayı dile getirmeye peş peşe devam edeceklerdir.

Ali Uçan,  bu tezlerinde yalnız değildir. Batı müziği konusunda çok yararlı kitap ve ansiklopedilere imza atan Ahmet Say da bu konuda “habbeyi kubbe yapmakta”oldukça mübalağalıdır. İşte söyledikleri:

“…Türkiye’de çok sesli müzik, Atatürk’ün yukarıdaki görüş ve ilkeleri doğrultusunda özgür düşünce temelindeki  yaratıcılık ortamına ilerlemiştir. Buna ‘Türk Müzik İnkılabı’denir. Müzik devrimi, müziğin kapsam, boyut, içerik, üslup, biçim, araç, yöntem ve teknikler bakımından ‘eski durum’dan yeni durum’a köklü ve hızlı bir dönüşüm olarak tanımlanabilir…

…Osmanlı müziği,Türkiye Cumhuriyeti’ndeki büyük devrimleri anlatabilecek güçte değildir…”  (8)

Tezlerinde hiç de gerçekci değildir. Ortada bir “inkılâb”çabasının olduğu doğrudur; Ancak bu ne özgür düşünce ortamında yapılmış, ne de ülkede kabul gören müzik, yöntem ve teknik bakımdan eski durumdan yeni duruma köklü ve hızlı bir dönüşüm getirmiştir. Ayrıca kendisi gerçekleşmeyen bir müzik devrimi, hangi “yapıtları”nda  diğer büyük devrimleri anlatmıştır ? Anlattıysa, bunu  kaç kişi dinlemektedir? Bunların somut verilerle  açıklanması gerekir ki; adı geçenlerin böyle bir kaygıları yoktur. Bu  belki şöyle doğru olabilir: Türkiye’nin müzik plâtformunu CSO’nun konser salonundan ibaret sayar, bunun dışındaki mahalleri yok sayarsanız, dedikleriniz tamamiyle doğrudur ve size de kimse itiraz etmez.

Bu düşüncenin labirentine sıkışıp kalmış olanların , olmasını düşündüğü şeyler gerçekleşmediğinde, yani “vuslatın bir başka bahara”kaldığını hayal edenlerin daldıkları hayal aleminden çıkarılıp, gerçeklerle yüzyüze gelmeleri için , söylenecek söz :

“…Popülist bir yöntemle ‘halkın beğenileri’ni olumlu anlamda değiştirmesi amaçlanan ‘musiki inkılâbı’ bir türlü gerçekleşememiştir. Halk beğenisi, 50’li yıllardan itibaren, bir devlet kurumu olan TRT’ de bile belirleyici olmuştur. Önlenmesi için soldan sağdan aydınları bir araya getiren, TRT’nin ‘acısızını’ bile denediği arabesk, 70’lerdeki ‘önlenemez yükselişi’ile durumun vehametini göstermiştir.Turgut Özal, bir başbakan olarak, henüz 80’lerin başında,’uzun yolda araba kullanırken arabesk dinlemek iyi gidiyor’diyerek  inkılâbın bittiğini tescil etmiştir…”  (9) olacaktı.

Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’ nın eski Şeflerinden Gürer Aykal’ ın iddiaları da bayağı abartılıdır. Bakınız neler diyor Sayın Aykal :

“…Çok sesli müziğimizi olanakları içerisinde hemen bütün dünyada icra ederek çağdaş sanatımızı çok kısa bir zaman içerisinde ulusumuz adına onur verici bir düzeye çıkartmıştır…

…Ulusal müziğimize evrensel boyutlar kazandırdı .Bestecilik ekolümüzü getirdi. Uluslararası düzeyde senfoni orkestralarımızı, yorumcularımızı yetiştirdi. Onları evrensel sanatı, geniş halk kilelerine götürmekle görevlendirdi…”  (10)

Aynı Gürer Aykal, yukardaki yazısından 13 yıl önce, yani 1985 senesinde Cumhuriyetle projelenen Klâsik Batı Mûsıkîsi ekseninde oluşturulacak  olan “millî mûsikî” değil de, günümüzde iyiden iyiye şirazesinden çıkan ve Türkiye’deki müzik kirliliğinin göstergesi olan “pop müzik” le teselli bulur ve demagojik çerçevede, bakın neler söyler :

“…Çok sesli müzik birdenbire gelmez, bu bir emek işidir, çalışma işidir. Bunu bir eğlence müziği olarak görmemek gerekir. Müzik eğlence değildir; birikimle, katılımla elde edilen bir şeydir.  Ayrıca çok sesli müzik Türkiye’de yaşanmaya başlamıştır.Türkiye’de en çok dinlenen müzik, hafif müziktir. Ve hafif müzik bildiğiniz  gibi çok sesli müziktir.Türkiye’de hafif müzik yapan pek çok grup vardır ve bu çalışmaların çok sesli müziğin gerektidiği sistem içinde yapmaktadırlar. Bazıları da çok başarılı olmaktadır…”  (11)

Yani,teşbihte hata olmaz hesabı,  fıkradaki tezgâhtarın dediği gibi: ”Tuvalet kâğıdımız kalmadı, zımpara kâğıdı verelim”zi

       Aykal’ ın yukarıdaki satırlardaki ifadeleri, insanı hem acı acı  güldürüyor, hem de düşündürüyor. Çünkü  söyledikleri ile,  yaşananlar birbiri ile hiç örtüşmüyor. Bunlar ülkeyi konser verdikleri salon içerisindeki kalabalıklardan  ibaret görüyorlar ve dışarıda yaşananlar, dinlenenler kendilerini pek de fazla ilgilendirmiyor diye düşünmemek elden gelmiyor.

Türkiye’ de batı yanlısı müziğin radikal savunucularından Nevid Kodallı da, bu konuda oldukça saygısız ve bir sanat adamına yakışmayacak üslûpla,1988 Birinci Müzik Kongresinde sunduğu bildiride  ve daha  sonraları aynı üslupla basına verdiği röportajlarda,  adeta kin ve nefret kusacaktadır:

“…Atatürk’ ün ölümünden sonra O’ nun ilkelerine ve devrimlerine ilk ihanetler başlamıştır ve günümüzde en şiddetli devresini yaşamaktadır.

1940’ lı yıllarda devreye Devlet Radyosu girmiş, sistemli bir şekilde alaturka dediğimiz ”meyhâne-gazino” türü müziği her gün biraz daha artan oranla halkımıza aşılamağa başlamıştır. En gözde sanatçılar, İstanbul’ un Kristal, Maksim vb. içkili gazinoların hanendeleri, sâzendeleri ve repertuvarları da oraların gereği meyhâne repertuvarıdır. O günlerde ünlü halk ozanımız Âşık Veysel tehlikeyi görerek:

<Şarkı ,gazeldir hatamız

Türküz, türkü çığırırız>

Dizeleriyle gerçeği dile getirmiş…60’ lı yıllarda transistörlü, pilli portatif radyoların yurda girmesiyle, köylüsüyle, kentlisiyle artık, Türk halkı TRT’ nin beyin yıkama alanı içindedir ve alaturka müziğe alıştırılmaktadır…

…Atatürk’ ün daha 1924’ den başlattığı müzik devrimine ihanet, daha önce de değindiğimiz gibi, 1940’ lı yıllarda başlamıştır. Önceleri saman altından sessiz sedâsız yürütülen bu eylem,1960’ lı yılların  sonunda artık su yüzüne çıkmıştır. Sinsice ve Makyavelist bir sistemle Atatürk’ ün söylev ve demeçleri kasten çarpıtılarak müzik devrimini yok etme, belirli tutucu zihniyetteki kimseler tarafından programlı bir biçimde yürütülmeye başlanmış ve halen de yürütülmektedir…(12)

Kodallı’ nın bu bildirisi üzerine Cahit Atasoy kendisine, “Klâsik mûsikîmizi Bizans’a  mal etmiş olmakla Halk Müziğimizi de otomatikman Bizans’ a mal etmiş olduğunu” , bu konuda H.Sadeddin Arel’ in “Türk Musıkîsi Kimindir?”isimli kitabını okuyup okumadığını soruyor. Kodallı bu soruyu bir takım yuvarlak laflarla geçiştiriyor. Akabinde Necdet Varol kendisinden millî kültürün tanım ve tarifini istiyor. Kodallı bu soruya karşılık  çaresizliğini : “Millet kültürü dediğimiz zaman ,o kültür yaşıyorsa, o kültür vardır, millet kültürüdür ve ulusal kültürdür.”cümlesiyle itiraf ediyordu.  Şimdi  ortaya  bir takım iddia ve tezlerle çıkacaksınız, ancak bunları açıklayamayacaksınız, isbat edemiyeceksiniz. Bu milletin altı asırlık hayatında kendisine mal ettiği mûsikî için hiç sıkılmadan meyhane mûsikîsi yakıştırması yapacaksınız; öbür taraftan Batı’ dan hiçbir altyapınız olmadan , bir başka toplumun müziğini ithal edip, ona “ulusal müzik”gömleği giydireceksiniz. Devletin en totaliter dönemlerindeki dayatmalarına rağmen, milletin kabul etmediği müzik için , devrimlerden geriye dönüşü,Atatürk’ e ihanet şantajı yapacaksınız. Ondan sonra halka, bu müziği dinletemediniz diye TRT’ ye veryansın edeceksiniz. O zaman adama derler ki: “Marifet iltifata tabiidir.Müşterisiz metâ zayîdir”

Bu iddialarda bulunanlara en güzel cevabı, yine o müziğin bu ülkedeki önemli isimlerinden biri olan Muammer Sun veriyor :

“…Okullarımızda bu güne kadar öğretmeğe  çalıştığımız neydi? Batılı ulusların okul şarkıları; Türk bestecilerinin batı dizilerinde ve ölçülerinde yaptıkları, çoğu onlara benzer okul şarkıları ve kuram, kuram,  kuram…Ülküyle beklediğimiz sonuç neydi? Her okullu, okul dışında da SCHUBERT’ leri, CHOPİN’leri, BEETHOVEN’leri  sevecek, dinleyecek ve anlayacak.

Bu ekimin sonunda ne biçtik? Bol bol piyasa müziği, sevgilisi ile dans müziği özenticisi…Niçin Türkiye’ de batı müziğini yaymak? Sayalım ki yaydık. Artık herkes Batı uluslarının okullarında söylenen şarkıları söylüyor, hatta bir çok kimse bunları çalıyor olsun! Ne olacaktı yani bununla? Batılılaşmış  olacakmıydık  gerçekten?…” (13)

Derken, aslında kendi çok sesli özgün müziğimizi geliştirememekten yakınıyor ve bu güne kadar yapılanların sadece bir taklitten öteye gidemediğini söylüyordu. Çok sesli müziğin bu günkü durumunu da mizahî bir üslûpla şöyle anlatıyordu:

“…Bizim müzik öğretimimiz <daha doğrusu bütün kültürel durumumuz> bana bir karikatürü anımsatıyor. Karikatür şöyle:

Havaalanı yolunda reklâm tabelaları var; AİR FRANCE ile uçunuz; imza Fransız Hava Yolları , PAN AM ile uçunuz; imza Amerikan Hava Yolları, LUFTHANSA ile uçunuz; imza Alman Hava Yolları…Ve bunlar gibi birkaç tabela daha. Son tabela bizim: AİR FRANCE ile,PAN AM ile,LUFTHANSA ile uçunuz;imza Türk Hava Yolları…Tutumumuzu  anlatıyormu?..”  (14)

Bu çarpıcı ve ironik tabloya itiraz edebilmenin pek mümkün olabileceğini sanmıyorum. Olayın rasyonel olarak analiz ve sentezini yapanların her halde söyleyebilecekleri sözler:

“…Çok sesli müziğin Türkiye’deki gelişmesi coşkulu olmuş, fakat yaygınlaşması istenildiği gibi olmamıştır.Temel ve orta öğretimdeki müzik eğitimi de çok sesli Batı müziği usullerine dayandırılmıştır. Ancak mutlak bir sonuç alınamamıştır.

Toplumların müzik kullanımı ve ihtiyacı, çok çeşitli müzik türlerinden oluşmaktadır. İnsan hayatının, günlük yaşamının çok çeşitli anlarında değişik türlerde müzik ‘tüketimi’ yapılır….Yani özellikle alt ve orta kültür tabakalarının ve hatta üst kültür gruplarının günlük yaşamında da yer tutan müzikler, genellikle hafif müzik türleridir…”   (15) in benzeri ifadelerden başka bir şey olmayacaktır.

2007 yılından baktığımızda, kültürümüze asırlar öncesinde başlayan  yapay ve despotik müdahaleler, yöneticilerin istediği sonucu vermediği gibi, bütün geleneksel değerlerin erozyona uğramasından başka bir işe de yaramamıştır. Musıkînin de bu durumdan etkilenmemesi mümkün değildi. 1930’ lardan bu yana “Türk Sanat Mûsikîsi” adı altında üretilen eserlerde, istisnalar dışında, genellikle büyük bir kalite kaybı görünüyor. Hatta Amerikan aksanıyla hafif müzik söyleyen pop şarkıcılarının,  klâsik besteleri komediye çevirdiklerine de sık sık şahit oluyoruz.

Ancak yaşanan bunca olumsuzluklara rağmen bugün klâsik, neo-klâsik, romantik ve Cumhuriyet sonrasının geleneksel tarzdaki eserleri, TRT ve birkaç özel radyoda sabah-akşam çalınmaktadır. Kaliteli  müzik firmaları,  geçmişteki kayıtları temizleyerek, dinleyicilerine sunuyorlar. Türkiye genelinde ve İstanbul özelinde Belediyelerimiz sıkça ve düzenli olarak Türk musıkisi konserleri düzenliyorlar. 1950’ den bu yana, siyasete yapılan bir çok müdahaleye rağmen, Türkiye’de demokratikleşme  çabaları, şartların elverdiği ölçülerde devam ediyor. Bunu bütün çabalarıyla önlemek isteyenler, çabalarının günden güne bunu değiştirmeye yetmeyeceğini anlamakta ve hırçınlıkları  gitgide artmaktadır.

Türk insanı  bünyesine uymayan müziğe hiçbir zaman, zorla da olsa, evet demeyeceğini açık bir şekilde ifade etmiştir. Halâ  ve ısrarla, müzik  kültürümüzü 1930 ve 40’lı yıllara döndürme çabaları “havanda su dövmek” ve “abesle iştigâl”olarak nitelendirilebilir.

Uzun senelerin ve belirsiz ortamların yeşertip geliştirdiği arabesk, pop-arabesk türler  bugün için her ne kadar başat müzik görüntüsü veriyorsa da, yeni nesiller geçmişlerinin müziğini tanıdıkça ve meyilleri öz musıkilerine döndükçe, bu yoz müzikler tamamen geldikleri yere döneceklerini umud ediyoruz. Çünkü bir yaradılış kuralıdır ki;  yapay temeller üzerine inşa edilen hiçbir şey kalıcı olamaz. Toplum müziğin eğlencelik yanı dışında, duygu ve düşünce işlevini tanıdıkça,müzikteki bu deformasyon da onarılmaya başlayacaktır.

Sözün özü :

“….Türkiye toplumu, Batılılaşma sürecinin yarattığı, aslında doğal sayılması gereken bir olgu olan ikiliğin 1920’lerde resmî  ideolojinin elinde keskinleştirilmesiyle kurgulanan ‘alaturka-alafranga’soyutlamasını yıkmış, aşmıştır.Yanlış bir biçimde ortaya sürülmüş bir sorun üzerinde kopan bu tartışma günümüzde artık anlamını büsbütün yitirrmiş; mûsikî sanatı yönünden de, halk katında da geçersizleştirmiştir. Eski kutuplaşmayı hortlatmak isteyenler çıksa bile, bu tavır itibar görmüyor. Mûsîkîsever yeni Türk dinleyicisi Batı sanat mûsîkîsini dans müziğinden, hafif müzikten ayırt edebildiği gibi, beşyüz yıllık bir geleneği olan Osmanlı okumuş çevre mûsikisini  de bu mûsikînin son dönemde piyasaya düçmüş haliyle tanımlamıyor. Biliyor ki, Batı sanat mûsikîsi de, Klâsik Osmanlı musıkisi de belirli bir musıkî bilgisi ve birikimi olmadan zevkine varılamayack,’zor’ sanatlardır.

Cumhuriyet tarihinin geride bıraktığımız yetmiş beş yılının en dikkate değer olgusu mûsikîde merkezin parçalanması,yerini hem çoğul, hem de karmaşık bir yapıya bırakmasıdır…”  (16)

(1)  Levent  KÖKER,”Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi”, İletişim Yayınları, İstanbul 1990, s.81

(2)   Levent  ELPEN,”Kaybettiğimiz Medeniyet”,Tarih ve Düşünce Dergisi, Nisan-Mayıs 2001, s.42

(3)   Cemil MERİÇ,”Mağaradakiler”, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1978, s.24

(4)  Kadir CANATAN, ”20.Yüzyıl Türkiye’sinde Tarih ve Gelenek Sorunu” Bilgi ve Düşünce Dergisi, Ekim      2002, s.55

(5) Ali UÇAN,”Geçmişten Günümüze,Günümüzden Geleceğe”Türk Müzik Kültürü, Müzik  Ansiklopedisi  Yayınları, Ankara, 2000, s.63

(6)  Ali UÇAN, ”a.g.e”, s.64

(7)  Ali UÇAN, ”a.g.e”, s.65

(8)  Ahmet SAY,”Türkiye’nin Müzik Atlası”, Borusan Kültür Yayınları, İstanbul,1998, s.33

(9)  Orhan TEKELİOĞLU, ”Terk Edemediğimiz Halka Güzellik Taşıma Sendromu”, Radikal Gazetesi-Cumartesi eki, 25 Ocak 2007

(10)  Gürer AYKAL, ”Cumhuriyet ve Müzik”, Yeni Türkiye, Cumhuriyet Özel sayısı IV, Eylül-Aralık,1998, s.2983

(11)  Bülent AKSOY, ”Cumhuriyet Dönemi Musıkisinde Farklılaşma Olgusu”, Cumhuriyet’in Sesleri, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul,1999, s.32

(12) “ BİRİNCİ MÜZİK KONGRESİ”, Ankara,14-18 Haziran 1988, Kültür-Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Gn.Md.Yayınları, Ankara, 1988, s.109-111

(13)  Muammer SUN, ”Türkiye’ nin Kültür, Müzik ve Tiyatro Sorunları”, Ajans Türk Yayınları, 1969, s.1

(14)        Muammer SUN,”a.g.e”, s.2

(15)        Sina AKŞİN,”Yakınçağ Türkiye Tarihi” (1908-1980), Milliyet Yayınları, İstanbul, C.1, s.505

(16)        Bülent AKSOY, ”Cumhuriyet Dönemi Musıkisinde Farklılaşma Olgusu”, Cumhuriyet’in Sesleri, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999, s.35

Salih Zeki Çavdaroğlu

28 Haziran 2009

TARİH BOYUNCA TÜRKÇEMİZ’E “SADELEŞTİRME” ADINA YAPILAN İHANETLER VE BUNUN SONUÇLARI

Standart

             10. yüzyıl sonlarında Karahanlılar Devleti ile toplum olarak İslâm’ a giriş yapan Türk Milleti; sonrasında Selçuklu Devleti ile geliştirdiği dil ve kültür kurumlarını, Osmanlı Devleti’ nin özellikle 17. Yüzyıl içinde muhteşem bir hâle getirdiğini görüyoruz.

Osmanlı Türkçesi oluşturulurken, özellikle dindaşı olan coğrafya’dan, yani Arapça ve Farsça’dan çok sayıda kelime alınacaktır. Buna da daha ziyâde ihtiyaç duyduğu kelime ve kavramları kendi dilinde bulamayınca, bu dillerden karşılamak ihtiyacı duyulur.    

     15. yüzyıl içinde Osmanlı Devleti’nin sınırlarının genişlemesi ve devlet disiplinin yerleşmesi sonucunda, Türkçe bu yüzyılda devlet dili, bilim ve sanat dili olmanın yanında, konuşma ve  yazı dili birliği de sağlanmış ve bu dil ile edebî ürünlerini vermeye başlayacaktır.

 XVI. yüzyıla gelindiğinde, üç kıtada hüküm sürmekte olan Osmanlı’nın  bütün kurumlarında görüldüğü gibi, dil ve edebiyatta da bâriz bir gelişme kendini gösteriyordu. Artık Türkçe müstakilen, Arapça ve Farsça ile rekabet edebilecek bir seviyeye gelecekti.

Ancak 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren dilde başlayan yenileştirme  hareketleri, 20. yüzyılın başlarına kadar devam edecek ve özellikle Tanzimat’la birlikte Batı kültürünün etkisi altına girmeye başlar. Dönemin edebiyatı, artık divan edebiyatının çıkıp, özellile Fransızca’ nın etkisi altında altında Avrupaî bir nitelik kazanmaya başlayacaktır.

Türkiye’de Tanzimat ile başlayan  dil tartışmaları,  İkinci Meşrutiyet  döneminde bayağı bir  hız kazanır.

Önce Meşrutiyet’ in daha sonra da Cumhuriyet’ in toplum, kültür ve medeniyet ideologluğunu üstlenecek olan Ziya Gökalp, dilde de değişimin öncülüğüne,  Türkçülüğün Esasları adlı kitabının bir bölümünü de Türk dili ve edebiyatına ayırarak  başlar.

Türkçe’ ye ,  tarihinde  yapılan en büyük müdahale ve değişimin Cumhuriyet’le birlikte yaşandığını  görüyoruz.

Özellikle Atatürk’ ün, Cumhuriyet’ in kuruluş döneminde, bizzat kendisinin dil tartışmalarına katılarak,  dil reformunun başlatılmasında  görüş ve direktifleri ile belirleyici olacaktır.  Kendisinin; “Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti; dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtaracaktır” cümlesiyle belirlenen  hedefin, “milli bir kültür yaratma mücadelesi” olduğu anlaşılmaktadır.

Devlet eliyle, 1934–1936  yılları arasında Türkiye genelinde, dil konusunda,  tarama ve derleme çalışmaları yapılır. Toplanan verilerin değerlendirilmesi ve bir sonuca bağlanması için, bizzat Atatürk’ ün talebiyle, Fuat Köprülü,  Ali Canip Yöntem, Necmettin Sadak ve Reşat Nuri Güntekin’in de aralarında bulunduğu bir komisyon,  çalışmalara başlar. Bu komisyon, toplanan kelimelerden sadece 8000 civarındaki Arapça ve Farsça kökenli kelimeye Türkçe karşılık belirler ve meydana getirilen yeni kelimeler, bir  “Cep Kılavuzu”  kitapçığı halinde Atatürk’ün bilgisine sunulur. Ancak bu çalışma, Atatürk’ ü pek memnun etmeyecek ve Atatürk; “dil konusunda bir çıkmaza girildiği” gerekçesiyle,  bu  dil politikasından vazgeçecektir.

Başarısızlıkla  karşı karşıya gelinen dil çalışmalarının hemen akabinde; yani 1936–1937 yılları arasında bu defa,  dil felsefesi üzerinde  yoğunlaşılır ve mâlum“Türk Tarih Tezi” nin paralelinde bir “Güneş Dil Teorisi”oluşturulur. 24 Ağustos 1936 tarihinde kabul edilen bu teorinin ana felsefesi, Türk dilinin kadimliği ve diğer dillerin ana  kaynağını teşkil ettiği tezi ortaya atılarak, saplanılan tıkanıklıktan çıkıldığı kabullenilerek konu bir sonuca bağlanır.

1938’de  başlayan, İsmet İnönü’ nün Cumhurbaşkanlığı döneminde, Türk Dil Kurumu,  hükümetin desteği ile, dilde, ikinci bir sadeleşme dalgası başlattır.  Dil sadeleştirmesi adı altında dilin yozlaştırılması,  artık bir  devlet politikası haline getirilecektir. Hükümetin hiç bitmeyecek olan, “Yabancı Kelimelere Türkçe Karşılık Bulma” kampanyaları,  âdetâ, Başbakanlık, CHP teşkilâtı ve Halkevlerinin birinci derecede faaliyet alanları olarak ortaya çıkacaktır.  

Türk kamuoyunda, 1946 yılı ile başlayan, demokratikleşme taleplerinin iyiden iyiye arttığı bir ortamda, Hükümetin dil politikası, özellikle dilbilgisi kuralları ile bağdaşmayan   “uyduruk”kelimeler şiddetle eleştirilmeye başlar.

1950 seçimleri ile iktidar olan Demokrat Parti’nin, öncelikle  ele aldığı meselelerden biri de “dil” konusu, dolayısıyla da “Türk Dil Kurumu” olur. Kurum’un yönetim yapısı değiştirilerek, ona  yarı resmî bir statü kazandırılır. Ardından 1952’de Anayasa metnindeki Türkçe kelimelerin değiştirilmesine girişilir ve 1924’teki, dilin bozulmamış şekliyle, “Teşkilat-ı Esasiye”Kanunu yeniden yürürlüğe konur.

 Demokrat  Parti yönetimine  göre, millet  “Dil Devrimi”ne hiçbir zaman  rağbet  göstermemiş, hatta onu red  ettiğinden, bu çabalardan artık vazgeçilmesi zamanının geldiğini her vesile ile ifade etmiştir.

27 Mayıs 1960 darbesi ile birlikte “Dil Reformu” tartışmaları, artık tamamiyle ideolojik tartışmaların  polemik konusunu oluşturacaktır. Tartışmalar, kamuoyunda  daha ziyade , Faruk Kadri Timurtaş’la, Ömer Asım Aksoy’ un arasında olur ve döneme damgasını  vurur.

1970’ lerde tartışmalara artık yavaş yavaş eski şiddetini kaybeder ama; “dil” de eski dil oluşunu kaybetmekle kalmaz, ortaya bir ucube çıkar.

O güzelim Osmanlıca kelimeler artık meraklıları için sadece  eski kitapların sayfalarında kalır. 

Sonrasında, konuşulan, hatta yazılan dil tam anlamuıyla ”avamî “  bir hâl alır…

Meselâ ;  KÂİNAT-Acun’ a, BERAÂT-Aklama’ya, ÂDET-Alışkı’ ya, HATIRLAMAK-Anımsama’ ya, HANIM-Bayan’a, ZEKÂ-Anlak’ a,  TEREKE-Bırakıt’ a, BAKİYE-Kalıntı’ ya, ŞİMÂLÎ-Kuzeysel’ e, MAHSUS-Özgü’ ye,  vd. bir çok sevimsiz “SÖZCÜK” lere bezenir dilimiz…

Salih Zeki Çavdaroğlu

20 Şubat 2021

Vefâtının 67. Yılında ZİYA OSMAN SABA’ yı Rahmetle Anıyoruz..

Standart

Bu gün 30 Ocak 2021; 1910 ilâ 1957 yılları arasına sıkışan 47 senelik kısacık hayatında, Türk Şiiri’ ne  “nev’ i şahsına münhasır “ mısraları ile damgasını vuran Ziya Osman Saba’ nın 64. Ölüm yıldönümü.

Daha sekiz yaşında iken annesinin vefâtı sebebiyle Galatasaray Lisesi’nde yatılı olarak kaydettirilir. Galatasaray’ daki mezuniyetinden sonra,  Hukuk Fakültesini de bitiren, Arapça ve Farsça dillerine de vâkıf olan şairimizin, asıl mesleği avukatlık olmasına rağmen, bu konuda mesai verdiğine dair bir bilgiye sahip değiliz.

Daha lise yıllarında başladığı şiirlerini 1927 yılında Servet-i Fünûn Dergisi’ nde yayınlamaya başlar.  1928 yılında ise  Yaşar Nabi Nayır, Sabri Esat Siyavuşgil, Muammer Lütfi Bahşi, Kenan Hulusi Koray, Vasfi Mahir Kocatürk, Cevdet Kudret Solok ve Y.N.Nayır  aracılığıyla, katıldığı topluluğun en genç üyesi olarak, biri hikayeci, diğeri şair olan yedi gencin,  başlatacağı edebî hareketin içinde olacaktır.

Bu yedi genç, Servet-i Fünûn Dergisi’nin 22 Mart 1928 tarihli sayısında; “Yedi Meşale” isminde bir kitap çıkaracaklarını ilân ederler. Söz konusu kitap, aynı senenin Nisan ayında piyasaya çıkar ve edebiyat câmiâsında çok  büyük bir ilgi görür.

Kitapta her birinin kendine özgü isimlerde bölümleri bulunur. Saba’ nın kitaptaki bölümü, “Sebil ve Güvercinler” başlığını taşımaktadır.   

Daha sonraki yıllarda ise;  Milliyet Gazetesi, İçtihad, Varlık, Ağaç ve Yücel dergilerinde şiirleri yayımlanır.

Şiirlerinde tema olarak, en çok çocukluk ve aile hâtırâları, Allah’ ın kaderine boyun eğmek, ölüm ve ölüm ötesi gibi konulara yer verir. Şiirlerinin ana ekseninde  genel olarak “hüzün” farkedilir, bunun yanında hemen hemen bütün dizelerinde sade, yumuşak ve berrak bir ifâde görülmektedir.

 Edebiyat eleştirmenlerinin tesbitlerine göre, 1940’a kadar sadece hece ölçüsünü kullanmış, bu dönemden sonra serbest şiirler de yazmıştır.

Saba’nın şiirlerinde ağırlıklı olarak H. de Regnier, Mallarme, Rimbaud. Baudelaire ve Supervielle gibi, Fransız sembolistlerinin etkisinin  görüldüğüne dikkat çekilir.

Hayatı boyunca kaleme aldığı eserler;  “Birinci Perde” kapak başlıklı bir şiir kitabı;”Tersine Akan Nehir”, “Rüya İçinde”, “Kurtlar “ adlı  tiyatro oyunları, “Süleyman’ın Dünyası “adı ile yazdığı roman; “Sokak” adlı hikâye kitabı,” Örneklerle Edebiyat Bilgileri”,“Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman”, “Orta Oyunu “adlı inceleme eserleri, “Türk Edebiyatı” adlı ders kitapları sayılabilir.

1950’ de ağır bir kalp krizi geçiren Ziya Osman Bey, 30 Ocak 1957’ de geçireceği ikinci kalp krizi ile dünya hayatına vedâ  edip,  Eyüp Sultan Mezarlığı’ nda toprağa verilecektir.

Yazımıza onun biribirinden güzel şiirlerinden bir tanesi ile son verelim :

SEBİL VE GÜVERCİNLER

Çözülen bir demetten indiler birer birer,

Bırak, yorgun başları bu taşlarda uyusun.

Tutuşmuş ruhlarına bir damla gözyaşı sun,

Bir sebile döküldü bembeyaz güvercinler…

Nihayetsiz çöllerin üstünden hep beraber

Geçerken bulmadılar ne bir ot ne bir yosun,

Ürkmeden su içsinler yavaşça, susun, susun!

Bir sebile döküldü bembeyaz güvercinler…

En son şarkılarını dağıtarak rüzgâra,

Beyaz boyunlarını uzattılar taslara…

Bir damla suya hasret gideceklermiş meğer.

Şimdi bomboş sebilden selviler bir şey sorar,

Hatırlatır uzayan dem çekişleri rüzgâr

Mermer basamaklarda uçuşur beyaz tüyler.

Rahmet,  saygı ve FÂTİHÂ’lar  ile yâdediyoruz.

 

Salih Zeki Çavdaroğlu

30 Ocak 2021

OSMANLI DÜŞMANLIĞI CUMHURİYET HÜKÜMETİNE OSMANLI ARŞİV BELGELERİNİ DAHİ HURDA KÂĞIT DEĞERİNDEN SATTIRMIŞTI…

Standart

Devlet arşivleri; bir anlamda o devletin yazılı hâfızâsıdır.  Onlar ki  gerek kendi iç münasebetleri,  gerekse milletlerarası münasebetlerinin tutanaklarıdır.  Bir ülke devletinin yönetim şekli zaman zaman değişime uğrasa da,  önceki yönetimin aldığı kararlar, ve uygulamaların, fayda veya zararları ile yeni yönetimce de bilinmesi, bunlardan vazgeçilse dahi, eski kararlara ait bilgi ve belgelerin, yeni yönetimce de saklanması en mâkul yoldur.

Birinci Dünya Savaşı sürerken ve bittikten sonra  devlet arşivlerine büyük zararlar verilecektir. Arşivdeki bir çok belge kaybolur veya satılır, bir kısım arşivler de kullanılamaz hale gelir.

Osmanlı Devleti’nin son yıllarında,  1920’nin Aralık ayında, Bâb-ı Âlî Kütüphanesi’ndeki  kadim evrakın tanzim ve tasnifi, Ali Emirî Efendi Başkanlığında  bir hey’et tarafından başlatılır.

 Osmanlı İmparatorluğu’nun 600 küsur senelik  varlığı,  devletlerin de mukadder âkıbeti gereği, Birinci Dünya Savaşı’ nın bitimiyle beraber sona erecekti.

Bunun yerine kurulan yeni Devlet;  kurduğu yeni ordu ile 1920 yılından 1922’ ye kadar,  Son Padişah’ ın da maddi ve mânevî katkısı ile,  dönemin emperyal devletlerinin  İmparatorluk topraklarını ve   “Hilâfet ve Saltanat’ ın  mânevî kişiliği”  ile birlikte kurtarılması adına  mücadele verecekti.

Devlet Arşivlerinin düzenlemesi Cumhuriyet ile birlikte yeni devletin kuruluşunun  ilk  yılından itibaren, Nisan 1924’e kadar devam ettirilir.  Bu çalışma, Beylikler döneminden Sultan Abdülmecid devrine kadar olan zaman içinde, 180.000 kadar  belge, Osmanlı padişahların saltanat süreleri esas alınarak tasnif edilecektir.

Bu arşiv çalışmaları, Mayıs 1924’te kurulacak olan  Vesâik-i Târîhiyye Tasnif Heyeti eliyle yapılacaktır. Bu işlemi sürdürecek olan Heyet’in başkanlığını 1926 yılına kadar İbnülemin’in Mahmut Kemal Bey yapar.

1926–1931 yılları arasında tasnif işleri Hazine-i Evrak ile Maarif Vekaleti’nden görevlendirilen personelin müşterek mesaisiyle sürdürülür.

Osmanlı Devleti’nin yerine kurulan Cumhuriyet hükümetiyle bütün  devlet arşivleri – ki 96 milyon adet belge ve 374 bin defterden oluşmaktadır-Hazine-i Evrak idaresine  devredilir.

1931 yılına gelindiğinde; Osmanlı devlet arşivleri ilk defa bizatihi devlet eliye büyük  bir darbe yiyecektir. Bunun hikâyesini  İbrahim Hakkı Konyalı (1896-1984) dan dinleyelim:

“..Abdurrahman Şeref Bey’in 518 araba ile Hazine-i Evrak’a naklettirdiği evrak).. bir süre Ayasofya’nın üst galerisinde tasnif edilmeye başlanmıştı. Ancak Alman İmparatoru Wilhelm’in İstanbul’a geleceği ve Ayasofya’yı gezeceği haberi üzerine küreklerle merdiven boşluğuna atılmıştı. Evrak güvercin pislikleri ve yağmur suları altında günlerce kaldıktan sonra..”(  Erdem Yücel, İbrahim Hakkı Konyalı (Atis); Şehirlerin Sevdalısı İbrahim Hakkı Konyalı Armağanı, Selçuk Ünversitesi Türkiyat Enstütüsü Yayınları, Konya 2015 içinde, s. 111.) 200 balya miktarındaki evrak, Sultanahmet’ ten Sirkeci Garı’ na kadar götürülür. Okkası üç kuruş on iki paraya Sofya’da faaliyet gösteren İsviçre Asıllı Ermeni, Berger ailesine ait Srnee Berger kâğıt fabrikasına kâğıt hamuru yapılmak üzere satıldığından, alıcısına teslim edilmek üzere tren vagonuna yüklenip gönderilecektir.

Bu işlemden haberdar olan Son Posta Gazetesi yazarı tarihçi  İbrahim Hakkı Konyalı bu millî evrak satışının durdurulması için çok uğraştıysa da başarılı olamamış,  bunun üzerine, konuyu anlattığı  Muallim Cevdet (İnançalp) büyük bir hassasiyetle  olayın tâkibine başlar ve  İstanbul milletvekili Halil Edhem (Eldem)’ e ulaşır,  o  da aldığı bu bilgiyi devrin başbakanı İsmet İnönü’ye  aktarır.

Aynı zamanda konu hakkında, Manisa Milletvekili Refik Şevket (İnce) de evrak satışının  durdurulması için TBMM’  ye önerge verir; Başbakan  İnönü de, bu önerge üzerine bir  genelge yayınlayarak satışı durdurur.

Ancak, “atı alan Üsküdar’ ı geçmiştir.” Binlerce devlet evrakı Sofya tren garına gelmiştir.

T.C. Devleti bu satış işlemini, yukarda da bahsedildiği gibi Bulgaristan Devleti’ ne değil, Sofya yakınlarında bulunan Kostaneç kasabasındaki kâğıt fabrikasının sahipleri Ermeni asıllı İsviçre tabiiyetli Berger ailesine yapmıştır.

 Ancak o günlerde Osmanlı arşivi üzerine  çalışmalar yapmak üzere 1929’da İstanbul’a gelen, Osmanlı Türkçesi’ ni ana dili bilen Bulgar Tarihçi Panço Doref, gazetelere de yansıyan bu satış işleminden haberdardır.

 Doref, hiç vakit kaybetmeden olayı Bulgaristan’ ın  hükümet yetkilisine çektiği bir telgraf ile bildirir. Yani; “Sofya’ya gelen balyalarca malzemenin hurda kâğıt olmayıp, tarihî kıymette Osmanlı devlet belgeleri olduğu”nu  ihbar eder…

Bulgaristan hükümeti  de , aldığı bu ihbar üzerine hemen harekete geçer ve Sofya garında evraka el koyar, kâğıt fabrikasını kamulaştırır ve belgelerin Osmanlı tarihi uzmanlarınca 1931 yılında tasnif işlemi başlar, 1931-1939 seneleri arasında evrakın katalogu hazırlanır, ikinci dünya savaşı yıllarında Sofya dışında güvenli bir bölgede saklanır. Savaşın bitimiyle,Osmanlı Arşivi yeniden  Cyril ve Methodis Kütüphaneleri’ ndeki raflarda yerini alacaktır.

Bulgar Devlet Kütüphaneleri’ nin Şarkiyat bölümündeki bu Osmanlı arşiv belgeleri, o günden sonra  araştırmacılarının hizmetine sunulacaktır.

Olayın en sıcak olduğu günlerde T.C. hükümeti bu evrakın, Osmanlı Arşiv belgeleri olduğundan kendilerine iade edilmesini isterler. Bulgaristan arşiv idaresi de belgeleri iyice ayıklar ve tam iki yıl sonra içinde ne kadar değersiz evrak varsa onları Türkiye’ ye gönderir ve olayın defteri kapatılır.

Türkiye Cumhuriyet hükümeti de görevini yapmış olmanın (!) huzuru gayetle müsterih olmuştur…

Salih Zeki Çavdaroğlu

6 Kasım 2020

OSMANLI DÜŞMANLIĞI CUMHURİYET HÜKÜMETİNE OSMANLI ARŞİV BELGELERİNİ DAHİ HURDA KÂĞIT DEĞERİNDEN SATTIRMIŞTI…

Standart

Devlet arşivleri; bir anlamda o devletin yazılı hâfızâsıdır.  Onlar ki  gerek kendi iç münasebetleri,  gerekse milletlerarası münasebetlerinin tutanaklarıdır.  Bir ülke devletinin yönetim şekli zaman zaman değişime uğrasa da,  önceki yönetimin aldığı kararlar, ve uygulamaların, fayda veya zararları ile yeni yönetimce de bilinmesi, bunlardan vazgeçilse dahi, eski kararlara ait bilgi ve belgelerin, yeni yönetimce de saklanması en mâkul yoldur.

Birinci Dünya Savaşı sürerken ve bittikten sonra  devlet arşivlerine büyük zararlar verilecektir. Arşivdeki bir çok belge kaybolur veya satılır, bir kısım arşivler de kullanılamaz hale gelir.

Osmanlı Devleti’nin son yıllarında,  1920’nin Aralık ayında, Bâb-ı Âlî Kütüphanesi’ndeki  kadim evrakın tanzim ve tasnifi, Ali Emirî Efendi Başkanlığında  bir hey’et tarafından başlatılır.

 Osmanlı İmparatorluğu’nun 600 küsur senelik  varlığı,  devletlerin de mukadder âkıbeti gereği, Birinci Dünya Savaşı’ nın bitimiyle beraber sona erecekti.

Bunun yerine kurulan yeni Devlet;  kurduğu yeni ordu ile 1920 yılından 1922’ ye kadar,  Son Padişah’ ın da maddi ve mânevî katkısı ile,  dönemin emperyal devletlerinin  İmparatorluk topraklarını ve   “Hilâfet ve Saltanat’ ın  mânevî kişiliği”  ile birlikte kurtarılması adına  mücadele verecekti.

Devlet Arşivlerinin düzenlemesi Cumhuriyet ile birlikte yeni devletin kuruluşunun   ilk yılından itibaren, Nisan 1924’e kadar devam ettirilir. Bu çalışma, Beylikler döneminden Sultan Abdülmecid devrine kadar olan zaman içinde, 180.000 kadar  belge, Osmanlı padişahların saltanat süreleri esas alınarak tasnif edilecektir.

Bu arşiv çalışmaları, Mayıs 1924’te kurulacak olan  Vesâik-i Târîhiyye Tasnif Heyeti eliyle yapılacaktır. Bu işlemi sürdürecek olan Heyet’in başkanlığını 1926 yılına kadar İbnülemin’in Mahmut Kemal Bey yapar.

1926–1931 yılları arasında tasnif işleri Hazine-i Evrak ile Maarif Vekaleti’nden görevlendirilen personelin müşterek mesaisiyle sürdürülür.

Osmanlı Devleti’nin yerine kurulan Cumhuriyet hükümetiyle bütün  devlet arşivleri – ki 96 milyon adet belge ve 374 bin defterden oluşmaktadır-Hazine-i Evrak idaresine  devredilir.

1931 yılına gelindiğinde; Osmanlı devlet arşivleri ilk defa bizatihi devlet eliye büyük  bir darbe yiyecektir. Bunun hikâyesini  İbrahim Hakkı Konyalı (1896-1984) dan dinleyelim:

“..Abdurrahman Şeref Bey’in 518 araba ile Hazine-i Evrak’a naklettirdiği evrak).. bir süre Ayasofya’nın üst galerisinde tasnif edilmeye başlanmıştı. Ancak Alman İmparatoru Wilhelm’in İstanbul’a geleceği ve Ayasofya’yı gezeceği haberi üzerine küreklerle merdiven boşluğuna atılmıştı. Evrak güvercin pislikleri ve yağmur suları altında günlerce kaldıktan sonra..”(  Erdem Yücel, İbrahim Hakkı Konyalı (Atis); Şehirlerin Sevdalısı İbrahim Hakkı Konyalı Armağanı, Selçuk Ünversitesi Türkiyat Enstütüsü Yayınları, Konya 2015 içinde, s. 111.) 200 balya miktarındaki evrak, Sultanahmet’ ten Sirkeci Garı’ na kadar götürülür. Okkası üç kuruş on iki paraya Sofya’da faaliyet gösteren İsviçre Asıllı Ermeni, Berger ailesine ait Srnee Berger kâğıt fabrikasına kâğıt hamuru yapılmak üzere satıldığından, alıcısına teslim edilmek üzere tren vagonuna yüklenip gönderilecektir.

Bu işlemden haberdar olan Son Posta Gazetesi yazarı tarihçi  İbrahim Hakkı Konyalı bu millî evrak satışının durdurulması için çok uğraştıysa da başarılı olamamış,  bunun üzerine, konuyu anlattığı  Muallim Cevdet (İnançalp) büyük bir hassasiyetle  olayın tâkibine başlar ve  İstanbul milletvekili Halil Edhem (Eldem)’ e ulaşır,  o  da aldığı bu bilgiyi devrin başbakanı İsmet İnönü’ye  aktarır.

Aynı zamanda konu hakkında, Manisa Milletvekili Refik Şevket (İnce) de evrak satışının  durdurulması için TBMM’  ye önerge verir; Başbakan  İnönü de, bu önerge üzerine bir  genelge yayınlayarak satışı durdurur.

Ancak, “atı alan Üsküdar’ ı geçmiştir.” Binlerce devlet evrakı Sofya tren garına gelmiştir.

T.C. Devleti bu satış işlemini, yukarda da bahsedildiği gibi Bulgaristan Devleti’ ne değil, Sofya yakınlarında bulunan Kostaneç kasabasındaki kâğıt fabrikasının sahipleri Ermeni asıllı İsviçre tabiiyetli Berger ailesine yapmıştır.

 Ancak o günlerde Osmanlı arşivi üzerine  çalışmalar yapmak üzere 1929’da İstanbul’a gelen, Osmanlı Türkçesi’ ni ana dili bilen Bulgar Tarihçi Panço Doref, gazetelere de yansıyan bu satış işleminden haberdardır.

 Doref, hiç vakit kaybetmeden olayı Bulgaristan’ ın  hükümet yetkilisine çektiği bir telgraf ile bildirir. Yani; “Sofya’ya gelen balyalarca malzemenin hurda kâğıt olmayıp, tarihî kıymette Osmanlı devlet belgeleri olduğu”nu  ihbar eder…

Bulgaristan hükümeti  de , aldığı bu ihbar üzerine hemen harekete geçer ve Sofya garında evraka el koyar, kâğıt fabrikasını kamulaştırır ve belgelerin Osmanlı tarihi uzmanlarınca 1931 yılında tasnif işlemi başlar, 1931-1939 seneleri arasında evrakın katalogu hazırlanır, ikinci dünya savaşı yıllarında Sofya dışında güvenli bir bölgede saklanır. Savaşın bitimiyle,Osmanlı Arşivi yeniden  Cyril ve Methodis Kütüphaneleri’ ndeki raflarda yerini alacaktır.

Bulgar Devlet Kütüphaneleri’ nin Şarkiyat bölümündeki bu Osmanlı arşiv belgeleri, o günden sonra  araştırmacılarının hizmetine sunulacaktır.

Olayın en sıcak olduğu günlerde T.C. hükümeti bu evrakın, Osmanlı Arşiv belgeleri olduğundan kendilerine iade edilmesini isterler. Bulgaristan arşiv idaresi de belgeleri iyice ayıklar ve tam iki yıl sonra içinde ne kadar değersiz evrak varsa onları Türkiye’ ye gönderir ve olayın defteri kapatılır.

Türkiye Cumhuriyet hükümeti de görevini yapmış olmanın (!) huzuru gayetle müsterih olmuştur…

Salih Zeki Çavdaroğlu

6 Kasım 2020

Sadrâzam Râmi Mehmed Paşa ile Müzikolog-Bestekâr Dimitrius Kantemiroğlu Dostluğu

Standart

Elimde bir süredir okumakta olduğum; TİMAŞ’ ın yayımladığı Prof. Dr. Halil İnalcık’ ın TARİHE DÜŞÜLEN NOTLAR isimli iki ciltlik kitabının I. cildi var.

Kitapta rahmetli Üstâd’ ın 1947-2014 tarihleri arasında Osmanlı tarihi konusunda yaptığı çeşitli konuşmaları yer alıyor. Kitapta bugüne kadar hiç bilmediğimiz ilginç vak’ aları zevk ve merakla  okuyorum.

Kitabın 177. Sayfasına geldiğimde; İnalcık’ ın 19 Eylül 2012 tarihinde Ankara Üniversitesi’nde yaptığı konuşmanın metnini, “TARİH BOYUNCA ÇAĞDAŞLAŞMA” başlığı altında okumaya başladım.

Bugüne kadar, Kantemiroğlu hakkında çeşitli ansiklopedi, kitap ve makalelelerde okuduğum bilgilerde hiç  tesadüf etmediğim bir bilgi, makaleye olan ilgimi daha da artırdı.

Osmanlı Mûsıkîsine  âşina olan herkesin  özet bilgilerle de olsa  tanıdığı gibi,  bir Romen Prensi olan Dimitrius Cantemir (1673-1723) daha 14 yaşındayken İstanbul’ a  gelir. Kantemiroğlu ismini alır. Padişah II.  Ahmed tarafından Enderûn’ a aldırılır. Orada mükemmel bir eğitim  görür.  Kemani Ahmet Efendi’den  Türk Mûsıkîsi’ ni öğrenir ve tanbur çalar. Mûsıkî dışında tarihle de ilgili çalışmalar yapar ve iki ciltlik “Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükseliş ve Çöküşü” ismini taşıyan bir kitap yazar. Hemen hemen aynı yıllarda Nâyi Osman Dede ile ayrı ayrı iki harf notası hazırlarlar. Kantemiroğlu düzenlediği ve kendi adını alan nota sistemi ile birlikte 350 besteli eseri notaya alır ve “Kitâb-ı ilmü’l Musıkî Ala Vechi’l Hurufât’ ”isimli derlemesini meydana getirir. Bu kitap 2001 yılında Prof. Yalçın Tura tarafından Osmanlıcadan Türkçeye çevrilir.

…II. Ahmed’ in Enderûn’ a alıp yetiştirdiği, III. Ahmed tarafından Bağdad Voyvodalığı’ na tâyin edildikten az sonra bağımsızlık sevdâsına kapılıp, Prut Savaşı’nda Rus’ların tarafına geçen, savaşın sonunda da yenilen Çar Petro’ ya sığınıp 50 yaşında-Uzunçarşılı’ nın deyimiyle HÂİB ve HÂSİR (elleri boş)-ölen Romen Prensi DİMİTRİ KANTEMİR, İmparatorluğa ihanet etmiş olmasına rağmen, Osmanlı tarih ve musıkîsi’ nin çok şey borçlu olduğu,Türk kültürü hayranı büyük bir bilim adamı ve bestecidir…”  1

Kantemir ‘in önce Ortaköy’ de daha sonra Balat’ta ikamet ettiği biliniyor. Balat’ ta Patrikane’ nin arkasında bulunan evi günümüzde iyice harabe haline gelmişken, “Fener-Balat Rehabilitasyon Proğramı” kapsamında başlatılan  restorasyon işlemi, Temmuz 2007 senesinde tamamlanmıştır.

Râmi Mehmed Paşa (1654-1704) ise  devlette, Reis-ül-Küttâb’lık  Kalemi’ nde kâtip olarak başladığı görevini, daha sonra Divân-ı Hümâyûn Kalemi, Beylikçi’ lik görevlerinden sonra, 1696’da Reis’ ül Küttâb’nlığa tayin olunur. 1703’ de Sadrazam olur. Aynı yıl Sadrâzamlıktan alınarak Kıbrıs Valiliği’ ne getirilir, kısa zaman sonra da bu görevinden alınarak, Rodos’a sürgüne gönderilir, burada 1704 yılında  kahır ve üzüntü içerisinde ölür.

Tekrar konumuza  dönersek ; Halil Hoca mevzuya “Batılılaşma” tarihimizin 1699 yılında, Osmanlı’ nın Avrupa karşısında kesin yenilgimizi kabul etmekle birlikte  başladığını,  Râmi Mehmed Paşa’ nın bu anlaşmayı devlet nâmına müzakere eden ve imzalayan kişi olduğunu belirterek konuşmasına başlar.

Râmi Mehmed Paşa’ nın, Boğdanlı hümanist Kantemir ile samimi bir dostluğunun bulunduğunu, onun, hümanist fesefe ile  Lâtince ve Yunanca’ yı çok iyi derece bilip konuştuğundan söz eder.

Kantemir’ in Boğaz’da bir yalısı bulunduğu (Ortaköy’ de s.z.ç), modern Türk müziğinin kurucusu olan Kantemir’ den Paşa’ nın modern Avrupa’ nın ortaya çıkışına dair çok şey öğrendiğinden bahsediyor.

Paşa’ nın; Kantemir ile dostluğu ve bilgi alışverişi sonucunda ,  mutlak olarak “ Avrupa kültürünün üstünlüğünü ” kabul ettiğini, Avrupalılığın ilk mümessilinin de bu rüşvetçi Paşa olduğunu belirtir Halil İnalcık Hoca.

Rahmetli Yılmaz Öztuna; Kantemiroğlu’ nun âkıbetini, ansiklopedisinde şu satırlarla anlatır:

“Kantemiroğlu…iki defada tam 21 yıl İstanbul’a oturmuştur.  (1687-1691)=4+1693-1710=17=21);…1710’ da ikinci defa Boğdan voyvodası olarak tâyin edildi. Fakat Türkiye ile Rusya savaşa girince, Türkiye’ ye ihanet etti ve istiklâl sevdâsıyle Çar Büyük Petro’ nun tarafına  geçti. 1711 Prut seferi Ruslar’ ın yenilmesiye bitince, canını kurtarmak içi Rusya’ya kaçtı…53 yaşını 9 ay ve 26 gün geçe Rus topraklarında öldü…”     2

Buradan yola çıkarak da; Türkiye olarak Batılılaşma maceramızı Cumhuriyetin kuruluşuna kadar kısa ve öz  bir şekilde, konuşmasını  anlatır ve sonlandırır.

 Salih Zeki Çavdaroğlu

21 Ekim 2020

DİP NOTLAR                                                         :

1    Cînuçen TANRIKORUR,”Osmanlı Musıkîsi”,Osmanlı Medeniyeti Tarihi, Zaman Yay., İstanbul, 1999,c.2, s. s.508

2  Yılmaz ÖZTUNA, “Türk Mûsikisi Ansiklopedisi”, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1969, C.I, s.323

Cumhuriyet’ in Ürettiği Bir Ütopya :TÜRK TARİH TEZİ

Standart

                       Altı yüz senelik Osmanlı Devleti,  yıkılmış,  saltanat ve hilâfet kaldırılmış, yerine  kurulan “Cumhuriyet” hükümeti daha kurulduğu günden itibaren  itibaren, hedeflediği “ Garp Medeniyeti” istikametinde hızla önemli ve radikal kararlar almaya başlamıştır.

                     1923’ den 1930’lara kadar aralıksız devam eden bu zecrî “inkılâplar” ile  Türk toplum  hayatı,  gelenekten koparılıp,  giyim kuşam, alfabe, dil itibariyle tamamen Avrupa taklitçisi bir topluma dönüştürülmeye çalışılır.

           Bütün bu “inkılâplar” yapılırken, Osmanlı’dan kalan ne varsa redd-i miras eden Cumhuriyet hükümeti,  tarihi soy kütüğünü, ne Selçuklular’a, ne Gazneliler’e, ne Karahanlılar’a, ne de Oğuzlar’a bağlamak niyet ve düşüncesindeydi; ”… Hristiyan Batı’ yla el ele veren şaşkın müstağribler(Batı hayranları), mezbuhâne (boğazlanırcasına) bir gayretle Osmanlı’ ya, İslâm’ a, tarihe saldırdılar. Hititler’ in,  Sümerler’ in sahneye  çıkarılışı sırf Osmanlı’ yı unutturmak içindi. Bu uğurda her vesile meşrû görüldü, her vesile ve her vâsıta…”  1

Böylelikle, sözüm ona  Türk insanına  yaklaşık olarak , on  asırlık İslâm’ la hemhâl oluşunun bir kıymet-i harbiyesinin bulunmadığı, aksine  mitolojik ağırlıklı bir toplum tarafı ağır basan  Etiler  ve Sümerler’ in  aslî selefi olduğuna inandırmaya çalışılır.

            “…T.C.’ nin kuruluşunu tâkibeden yılları şöyle bir hatırlayalm: 1920’ li yılların ikinci yarısı, yeni rejimin oturtulmasına yönelik düzenlemelerin gerçekleştiği yıllardır. 1930’ lu yıllar ise, daha çok yeni düzenin düşünsel temellerinin oluşturulmaya çalışıldığı, başka bir deyişle, yeni Cumhuriyet’ in kimlik ve ideolojisinin temellendirilmeye çalışıldığı yıllar olarak değerlendirilebilir….”  2 

            2-11 Temmuz 1932’de  toplanan Birinci Tarih Kongresi’ nde  alınan kararlardan  dikkat çeken hususlara baktığımızda  :

            “ -Türkler’ in Anadolu’ ya Orta Asya’ dan geldikleri,

               -Türkler’ in yeryüzünde gözüküşlerinin M.Ö. 9000, belki 12.000 ve belki de 20.000 yıl kadar önceye götürülebileceği,

            -Osmanlı’nın izlediği siyasî ve kültür politikaları sebebiyle, Türkler üzerinde olumsuz etkiler yaptığından; bu dönemin hiçbir şekilde soy kütüğü referansına dahil edilemeyeceği,” ne dair kararlar alındığını  görüyoruz.

            Bu tezler çerçevesinde şair Faruk Nafiz Çamlıbel ” ÖZYURT” isimli manzum tiyatro eseri ile Türkiye’ de etkisi  uzun yıllar sürecek olan bir “Orta Asya Edebiyatı”nı başlatır.

           Daha sonra ismi “ Türk Tarih Kurumu” olacak olan “Türk Tarihi Merkez Heyeti” nin ilk hazırlayıp, 100 adet bastırdığı, 600 küsur sayfalık kitap olan “ Türk Tarihinin Ana Hatları” isimli yayında  daha sonra “Türk Tarih Tezi” ismini alacak olan tez bütün detayları ile açıklanır.

            Ancak ,  Cumhuriyet dönemi resmi tarih görüşünün temellerinin atıldığı kongrede, bu teze en sert eleştiriyi ; Kurultay’a davet edilen tarihçiler  arasında bulunan Prof. Dr. Zeki Velidi Togan (10 Aralık 1890-26 Temmuz 1970 )yapacaktır.

                     Zeki Velidi Bey’ in bu itirazları karşısında, Atatürk’ ün yakın çevresinde bulunan Reşit Galip, Şemsettin Günaltay vd. bazı  kişiler kendisine  yönelik ağır ithamlarda bulunurlar.

                    Kendisine yönelik bu linç kampanyası, -belki de sonradan yapılan tehditler- sonucunda İstanbul Üniversitesindeki tarih muallimliği görevinden istifa eder ve Avusturya’ya gider.

                       Oradan da bu konuda  Mustafa Kemal’ e  bir mektup yazacaktır. Cumhurbaşkanlığı Arşivinde 01018843 numara ile kayıtlı bulunan bu mektup ile;

                         Kongrede sunduğu tebliği sebebiyle.  kendisine isnat edilen; mehaz sahtekârlığı, vatan hainliği ve Avrupa ilim çevreleri nezinde milli tarih sahasındaki faaliyetlere karşı propagandada bulunduğu suçlamalarına cevap verir ve bu konuda  kendisini kimlerin ve ne maksatla suçlayıp karaladıklarının sebeplerini ayrıntılı bir şekilde açıklayarak, kendisine yapılan suçlamaların doğru olmadığını gerekçeli bir şekilde anlatır.

                          Kongredeki bu düşüncenin uzantısındaki en dikkat çekici konularından birisi de  “kranyometri” olarak bilinen kafatası ölçümleridir. Bir yerde üstün ırk tezine hizmet edecek şekilde Türkiye’de 1931 senesinde  Anadolu’daki toplam 64.000 kafatası üzerinde ölçümler ve değerlendirmeler yapılır.

                 Benzeri bir uygulamada 1936 senesinde Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Afet İnan’ın emriyle,  Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi (DTCF) Antropoloji bölümünde Profesör Şevket Aziz Kansu başkanlığında bir heyet  tarafından Mimar Sinan’ın  mezarı açılarak,  kafatası ölçülür. Amaçlanan husus, Sinan’ın Türk olup olmadığını incelemektir. Ancak  Koca Sinan’in kafatası incelendikten sonra tekrar kabrine konmaz.

               Kafatasçı heyet bunca yaptığı araştırmalar sonucunda  Türk ırkının kafatasının brakifesal, Avrupa ve Afrika ırklarının ise dolikosefal olduğuna karar verir. Ancak bunun tabii ki dünya bilim literatüründe yeri yoktur. Devlet  olarak  sadece bizim hüsnü kuruntumuzdur.

              Netice itibariyle; sırf Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerini yok saymak üstüne kurgulanan bu tez  , zaten bilim çevrelerinde pek itibar görmeyip, kısa bir süre sonra gündemden düşecektir.

             Bu sözde Tez’ in, gerçek dışı bir ütopik senaryo olduğunu anlamak için de  zaten öyle tarihçi akademisyen olmamıza lüzum olmayıp; aklı başında bir okur-yazar olmak yeter de artar idi…

Salih Zeki Çavdaroğlu

18 Ekim 2020

D İP NOTLAR                                                                                                       :

1      Cemil MERİÇ, ” Mağaradakiler”, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1978, s.5

2      Yücel BULUT, ”Türkiyenin Çağdaş Tarihine İlişkin Bazı Gözlemler”, Divan İlmî Araştırmalar Dergisi, 2005-2, sayı:19, s.29

CHP ne kadar solcu ya da sosyal demokrat; Daha doğrusu bu iddiaları ne kadar doğru ?

Standart

CHP, kuruluşu  takriben bundan bir asır gerilere giden, bir  İmparatorluğun çöküşü  sonucunda,  9 Eylül 1923 tarihinde,  İstiklâl savaşımızı  kumanda eden Gazi Mustafa Kemal’ in liderliğinde  kurulan bir parti. Aynı zamanda  herkesin bildiği gibi, Cumhuriyet Türkiyesi’ nin ilk siyasi partisi.

               Kuruluşu ile birlikte Hükümet olarak da başlattığı radikal  “inkılâp” uygulamaları ve arada göstermelik olarak kurulan ve kısa zamanda kapatılan iki parti dışında 1946’ ya kadar hiçbir siyasi rakibi olmayan totaliter bir  parti.

                  Bu arada İkinci Dünya Savaşı öncesinde İtalya’ da Mussolini, Almanya’ da Hitler ile kurulan iki faşist ve nazi partisi ile yüksek düzeyde ilişkileri  olan bir kurum.

                 En kaba tabiriyle Devletçi bir parti. Bu siyasi çizgisini tâ 1970’ li yıllara kadar korumuş,  hatta 1960 yılında Cumhuriyet hükümetlerinin tarihte yaşayacağı ilk  askerî darbeye de o zamanki Genel Başkanları, tek parti rejiminin 2. Adamı olan İsmet İnönü’ nün Ordu nezdinde sivil komutanlık ettiği bir parti.

                27 Mayıs darbesinin ardından, 1961 yılında kabul edilen anayasa ve bunun sonrasında aynı yıl ve daha sonra 1965 yılında yapılan genel seçimler sonucunda , halktan demokratik anlamda bir desteği bulamayan İnönü ve genel sekreteri Bülent Ecevit, 1960 lı yılların sonlarına doğru, dünya siyâsî  konjonktüründe  “sosyalist” hareketlerden ilham alarak, “ortanın solu” olarak isimlendirdikleri bır hareketi başlatacaklardı.

               Bu hareket ile Türkiye genelinde âdeta bir fenomen haline  gelen Ecevit,1970’ li yılların başlarında, Mustafa Kemal’ in  15 sene  başbakanlığını, 12 sene de Türkiye’ nin Cumhurbaşkanlığını yapmış olan İsmet İnönü’ yü hem CHP Genel Başkanlığı,hem de siyasetten tasfiye edecekti.                       

              Ecevit’in partinin başına geçtiği 70’lerden ve  2000’li yılların  ilk iki yılı içinde , zaman zaman, gerek tek başına, gerekse koalisyon şeklinde hükümet etse de, “ ortanın solu” tezini, gerek hükümet programlar ve gerekse  uygulamalarında,  sadece “ köy kentler” gibi sembolik ve romantik  tezler dışında, hiçbir zaman  sosyal demokrat bir  lider olmayı başaramadı.

               Ecevit sonrasında Deniz Baykal ile yoluna devam eden CHP,  bu dönemde, hiçbir alternatif  siyasi proje üretmeksizin,  sadece kemalist sloganlar ile  kronik bir muhalif tavır sergileyecektir.        

              2010 senesinde, ülke dışında Devlet muhalifi bir suç örgütü tarafından hazırlandığı söylenen bir cinsi sansasyon  komplo sonucunda Baykal, CHP Genel Başkanlığı’ ndan istifa etme mecburiyetinde bıraktırıldı. Yerine yine bu plan sonucu  getirildiği söylenen Kemal Kılıçdaroğlu , olağanüstü kurultay sonucunda parti Genel başkanlığına getirildi.

              Kuruluşundan bu yana  “Kemalist” ideolojiden en ufak sapma göstermeyen Parti,  Kılıçdaroğlu’ nun 10 senelik yönetiminde, partiyi tamamen değişik bir zihniyetle yönetmiş ve özellikle PKK hareketinin siyasi ayağı olduğu  âşikar duruma gelmiş olan HDP ile sıkı bir münasebet kurmuş, hatta yapılan genel ve yerel seçimlerde, HDP’ in seçim barajını aşabilmesi için, kemdi seçmeninin bir bölümünün o partiye oy vermesi için mesajlar vermiş ve başarılı olmuştu.

             Bundan daha kötüsü; özellikle yurt savunmasında ve ülke menfaatleri bakımından hükümetin attığı adımların istisnasız tamamında katı bir muhalif tavır aldı, hatta ülkenin emperyalist devletler ve komşu devletler  ile girdiği polemikler ya da sahadaki çatışmalarında hep, Türkiye’ nin rakiplerin yanında yer alıyor.

            Yani bu durum, ülke menfaatleri bakımındn  çok acı ve vahim  bir durum…

Salih Zeki Çavdaroğlu

10 Ekim 2020